Haritadan Firma Ara
  Prof.Dr. Enis ŞAHİN  
 
 
  Fikir Köşesi
  Tüm Yazılar
  Tüm Yazarlar
  Yazarın Tüm Yazıları
  Tüm Şiirler
  Yazarın Özgeçmişi
 
Web Siteniz Yok mu?
 
  Cumhuriyet'e Giden Yol III: ...
  Türkiye Cumhuriyeti'nin İlânı ...
  Yazının Devamı »
 
  Cumhuriyet'e Giden Yol II: T...
  Türkiye Cumhuriyeti'nin İlânıyla İlgili Son Gelişmeler...
  Yazının Devamı »
 
  Cumhuriyet'e Giden Yol I: Kur...
  Kurtuluş Savaşı'nda Cumhuriyet İzleri...
  Yazının Devamı »
 
  Türk Millî Mücadelesi'nin B...
  1914 -1918 yılları arasında gerçekleşen Cihan Harbi (I. Dünya Savaşı), Dünya Tari...
  Yazının Devamı »
 
 
 
 
izlenme: 7527 
|
Web Siteniz Yok mu?
Büyük Atatürk’ün Vasiyetnâmesi
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün, genç subaylık yıllarından vefatına kadarki sürede bazı hastalıklara maruz kaldığı bilinmektedir. Bunlar içinde en önemlileri, böbrek rahatsızlığı, sıtma, kalp spazmı, kulak ameliyatı ve vefatına götüren süreçteki siroz rahatsızlığıdır. Özellikle Trablusgarp, Balkan Savaşları ve Cihan Harbi dönemlerinde düzenli beslenememesi de dahil olmak üzere, sağlığıyla ilgili birtakım olumsuz gelişmelerle karşı karşıya kalmışsa da, diğer pek çok asker gibi zamanın şartlarının da etkisiyle, bu rahatsızlıkları üzerinde fazla durmamış, duramamış, hatta bunları yeterince önemsememişti. Bunda, hastalıklarının çok ciddi boyutlarda olmaması ve genç yaşının da etkisiyle bunlardan etkilenmemesi önemli bir etken şeklinde değerlendirilebilir. Ancak yaşının ilerlemeye başladığı Millî Mücadele ve Cumhuriyet dönemlerinde, Paşa’nın rahatsızlıklarında önemli miktarda artış ve ciddiyet gözlemlenmeye başlanmıştır. Bundaki en önemli kırılma anlarından birisi, Millî Mücadele’den Cumhuriyet’e geçiş döneminde ilk kalp spazmını geçirmesi ve bunun hayatının sonraki evresinde birkaç kez tekrarlamasıdır. Ancak bilindiği üzere hayatının son dönemindeki en önemli rahatsızlığı, karaciğerin iltihaba bağlı aşırı büyümesi ve fonksiyon görememesi olarak da bilinen sirozdur ve kendisini vefata götüren asıl rahatsızlıktır. 
 
Büyük Adam’ın rahatsızlıklarını takip edebileceğimiz birkaç seçkin eser arasında, en önemlisi, şüphesiz ki “Atatürk’ün Nöbet Defteri” adlı kitaptır. Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü tarafından 1955 yılında yayınlanan bu eserden, Atatürk’ün 1931 yılından vefatına kadarki 8 yılını takip edebilmek mümkündür. Eserde gün gün düşülen notlar, hastalıkları hakkında da önemli bilgiler sunmaktadır. Hizmetinde bulunan doktorların gün gün tuttukları notlar, bu 8 yıllık sürede günlük olarak ziyaretinde bulunan insanlardan, hastalığına kadar pek çok bilgiyi muhtevidir. Ancak eser metin şeklinde olmadığı için, bir bütün halinde anlatımı içermemektedir. Bu yönüyle bakıldığında konuyla ilgili en önemli eserlerden birisi, şüphesiz ki 1924 yılından itibaren Çankaya Köşkü’nde görev yapan ve yakın hizmetinde bulunan, 1934’den vefatına kadar ise Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği yapmış olan Hasan Rıza Soyak’ın “Atatürk’ten Hatıralar" adlı anılarıdır. Bu anılar, en yakınında bulunması ve Köşk’ün genel sekreteri olması hasebiyle son derece güvenilir bilgileri ihtiva etmektedir. 
 
Bu eserden anlaşıldığı kadarıyla, Atatürk’ün vasiyetnamesi meselesi, 1932’lerden itibaren zaman zaman Atatürk’ün gündeminde olmuş, hastalığının belirginleşmesiyle birlikte daha sık konuşulmaya başlanmıştır. 1927 yılı CHP Kongresi’nden sonra bazı mallarını hazineye devretmişti. Ancak Medenî Kanun nedeniyle mirasçılarının bazı haklarının bulunması, diğer tüm mallarının devrinin önünde bir engel olmuştu. Bu nedenle 1933 yılında 2307 sayılı kanun çıkarılarak, Paşa’nın şahsî tasarrufları mirasçılarının mahfuz haklarından istisna edilmişti. Bu kanunun çıkması, vasiyetname meselesini uzun bir süre daha gündemden uzaklaştırmıştı. 1938 yılının başlangıcından itibaren kendisini hissettiren ve hızlı seyreden siroz hastalığı ilerledikçe, vasiyetname meselesi de tekrar gündeme gelmiş ve tıpkı hastalığı gibi inişli-çıkışlı bir süreç izlemiştir. Ancak vasiyetname ölümü hatırlattığı ve konu da Atatürk ile ilgili olduğu için, bu hususu pekçok insan da dillendirmemeye çalışmış, hatta mesele görmezlikten gelinmiş, hastalığın seyir sürecinde daha çok Gazi Paşa’nın dile getirmesiyle gündemde kalmıştır. Özellikle ponksiyon denilen karnın delinerek su alınması usulü, bağırsaklarının delinmesi ihtimalini kuvvetlendirdiği için Paşa’yı fazlasıyla düşündürüyordu. Bu nedenle son birkaç ayında Dolmabahçe Sarayı’nda vasiyet meselesi sürekli olarak gündeminde oldu. Genel Sekreteri Hasan Rıza Bey’e bu dönemde sık sık vasiyetinin hazırlanması için talimat verdiğini yine hatıralarından takip edebiliyoruz. Ancak 1938 yılının güneşli bir sonbahar sabahı, rahatsızlığının da etkisiyle ağır ağır konuşabilen Mustafa Kemal Paşa, vasiyetiyle ilgili nihaî talimatını, huzurunda bulunan Hasan Rıza Bey’e şu şekilde vermişti: 
 
“Bu yolda konuşmak, benim için de, senin için de ağır bir şey; ama başka çaremiz yoktur, konuşmaya mecburuz çocuk! Hani seninle ara sıra bir işimizden bahsederdik; hatta bunun için bir de hususî kanun çıkarılmıştı: şu vasiyetname meselesi. Bugün yarın o işi bitirmeliyiz. Nasıl olsa bir gün karnımdan su alınacaktır. Ne olur ne olmaz. Bağırsaklardan biri delinebilir, başka bir arıza olabilir, herhalde ihtiyatlı olalım”. Bu sözler, kendi durumunu bilen ve tartan bir kişinin önceden aldığı ihtiyatî bir tedbir şeklinde düşünülmelidir. Atatürk’ün hasta yatağında yatarken bu meseleyi kendisinden rica etmesini, Hasan Rıza Bey hatıralarında şu duygusal ifadelerle anlatmıştı: “Şimdi o sevgili ve kıymetli vücudun fani alemdeki günlerinin sayılı olduğunu, bu çok acı hakikati biliyordum ve öyle bir vesikanın tanzimine artık kati lüzum olduğuna da çoktan kani olmuştum. Buna rağmen sarsıldım, içimden yumak gibi bir şey kabarıp boğazımı tıkadı, güçlükle cevap verdim: “Emrinizi sırf öteden beri düşündüğümüz bir şey olmak itibariyle dinliyorum; yoksa buna şimdi hiç lüzum yoktur. Yapılacak şey gayet basit bir ameliyedir. Buyurduğunuz tehlike katiyen varit değildir”. Bu duygusal yaklaşım karşısında Büyük Adam hiç geri adım atmamış ve genel sekreterine şu talimatı vermişti: “Her ne ise… Şimdi lüzum münakaşasını bırakalım da, bunu behemehal yapalım. Mal olarak nemiz varsa, derhal bir listesini yapıp bana getir”.
 
Bunun üzerine Hasan Rıza Bey odasına inmiş, konuyla ilgili çeşitli defter ve kayıtlara baktıktan sonra bir liste hazırlamıştı. Tekrar Ata’nın huzuruna döndüğünde, bu listeyi kendisine takdim etti. Büyük Adam, listeyi incelemesini müteakiben şu sözleri sarfetti: “Bunları ikiye ayıracağız, bir kısmı hayatta bulunduğumuz müddetçe üzerimizde kalması lazım gelenlerdir; para, hisse senetleri, Çankaya’daki köşkle, eşyaları gibi. Yapacağımız vesikaya işte bunları koyacağız, diğerlerini yani Çankaya’dan başka yerlerdeki evleri ve emlaki, Ankara’ya avdet eder etmez, mahallî belediyelerine veya diğer kurumlara verir, muamelesini de yaptırınız”. Bu suretle vasiyetname metni şekillenmeye başladı. 
 
Büyük Adam, bu hususların köşkte ve yakın çevresinde duyulmamasını da genel sekreterine özellikle tembihlemişti. Dikte ettiği esaslar arasında para ve hisse senetlerinin o zamana kadar olduğu gibi, yine İş Bankası tarafından nemalandırılmasının nedenini ise; "İş Bankası, Celal (Bayar) Bey’in nezareti altında çok iyi çalıştı ve başarılı neticeler aldı. Celal Bey yaşadıkça daima banka ile alakadar olacaktır, onun için bu kaydı koyalım” demişti. İsmet İnönü’nün çocuklarına ait maddeyi dikte ettirirken; “Kendisine bir hal olursa, -Hasan Rıza Temelli’yi kastederek- kardeşi çocuklarına bakmaz” diye düşünmüştü. Yani İnönü’nün çocuklarının, amcalarının elinde kalmasına gönlü razı olmamıştı.
 
Vasiyetnamenin ana esasları, bizzat Atatürk’ün yönlendirmeleriyle bu şekilde hazırlandı. Ancak nihaî metni için en münasip kanunî şekli tespit etmek, dikte ettikleri esasları yine kanuna en uygun tarzda hazırlamak gerekiyordu. Hasan Rıza Bey bu hususu Kocaeli Mebusu Selahaddin (Yargı) Bey görüşerek, onun hazırlamasını rica etti. Kendisi Atatürk’ün de yakından tanıdığı ve sevdiği bir kişiydi. Hasan Rıza ve Selahaddin Beyler bu kon üzerinde birlikte çalıştılar ve bir metin oluşturdular. Sonuçta vasiyetnamenin, Büyük Adam tarafından kendi eliyle yazılmasına, kapalı bir zarf içerisine konularak notere verilmesine karar verildi. Selahaddin Bey’in tavsiyesiyle, bu vazife o zamanki 6. Noter İsmail (Kunter) Bey’e tevdi edildi. Kendisi Temyiz Mahkemesi azalığından, noterliğe yeni geçmiş, muhterem bir zattı. Mesele Atatürk’ün doktorlarından Prof. Neşet Ömer İrdelp’e açıldı. Bu hususun Dolmabahçe Sarayı personeli tarafından duyulmaması için, Neşat Ömer Bey, noteri konsültasyon için gelen eski bir arkadaşı olarak tanıtacaktı. Bu suretle ön hazırlıklar tamamlandı.
 
Hasan Rıza Bey’in Selahaddin Bey ile hukukî bir hüviyeti olması için üzerinde çalıştıkları bu vasiyetnamenin son müsveddesi tamamlandıktan sonra, Atatürk’e takdim edildi. Takvim 5 Eylül 1938 tarihini gösteriyordu. Vasiyetname müsveddesini dikkatle tetkik eden Atatürk; “derhal yazalım, kapıyı kapa, içeriye kimse girmesin” diyerek, yatağından doğruldu. Yatağın içine oturup, önüne ayaklı yemek tablasını aldı, bunu yazı masası gibi kullanacaktı. Bu suretle hazırlanan ve eksikleri giderilen vasiyetname, bizzat Büyük Adam tarafından kaleme alınıyordu. Ara sıra müsveddeye de bakarak, kısa sayılabilecek müsveddeyi temize, daha doğrusu asıl nüshaya tahvil etti. Vasiyetname metnine son şeklini verdiği o anlarda, Ata çok sakindi. Ara sıra cümleleri tekrar okuyor, bazılarını değiştiriyor, kısaltmalar ve sadeleştirmeler yapıyordu. 
 
Bu anlar, genel sekreterinin şu ifadelerinden incelendiğinde, o çok sıkıntılı hastalık sürecinde bile, ortaya hakikaten çok zarif ve ince düşünen bir Atatürk tablosu çıkıyordu: “Eşsiz muhakeme ve zarafeti burada da kendini göstermişti. Çok ince düşünüyordu. Mesela bir maddede, kendilerine aylık bağlanmasını vasiyet ettiği hanımlardan beşinin soyadları yazılı idi. Yalnız Afet’in soyadı yoktu. O, ailesinin soyadını kullanmıyordu. Henüz başka bir ad da almamıştı. Bunu görünce, diğerlerinin de soyadlarını yazmadı. Yine aynı maddede “vefatlarına kadar” ibaresi vardı. Bunun yerine “yaşadıkları müddetçe” kaydını koydu. O’na göre yaşamak esastı. Bir vasiyetnamede dahi olsa, bir insanın ölümünden bahsetmeyi, nezakete ve hayırhahlığa uygun bulmuyordu. Hemşiresinin Çankaya’da oturduğu eve ait maddede; “ikametine müsaade edilecektir” deniliyordu. Bunu; “emrinde kalacaktır” şeklinde değiştirdi. Dakikalar geçtikçe heyecanım artıyordu. Bu tarihî hadisenin tek şahidi olmak düşüncesi beni sarsıyordu. Tıkanacak, düşecek gibi oluyordu. Belki biraz da kendime nefes almak imkânı vermek için mırıldandım: “Yoruldu iseniz bırakınız, birkaç saat sonra devam edersiniz”. Sakin, fakat kati cevap verdi: “Hayır hayır, başladık, bitirelim”. Yarıda bırakmak, eline aldığı işi bitirmeden bırakmak, O’nun hayatında tanımadığı, bilmediği birşeydi. Devam etti ve bitirdi. Bana: “Müsveddeyi de buna göre tashih etmeyi unutma!” dedi. Müsveddeyi aldım, hemen orada tashih ettim”. İşte Büyük Adam’ın vasiyetnamesi bu suretle son şeklini almıştı.
 
5 Eylül 1938 tarihinde son şeklini bizzat Atatürk’ün verdiği ve kendi elleriyle yazdığı vasiyetnamesi bu şekilde tamamlanmış oluyordu. Altı maddelik bu metin, şu şekildeydi:
 
 
Dolmabahçe: 5/IX/1938, Pazartesi
“Mâlik olduğum bütün nukut ve hisse senetleri ile Çankaya’daki menkul ve gayrimenkul emvalimi, Halk Partisi’ne atideki şartlarla terk ve vasiyet ediyorum:
“1. Nukut ve hisse senetleri şimdiki gibi İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.
“2. Her seneki nemadan bana nispetleri şerefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe Makbule’ye ayda 1.000, Afet’e 800, Sabiha Gökçen’e 600, Ülkü’ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile’ye şimdiki 100’er lira verilecekti.
“3. Sabiha Gökçen’e bir ev de alınabilecek para verilecektir.
“4. Makbule’nin yaşadığı müddetçe Çankaya’da oturduğu ev de emrinde kalacaktır. 
“5. İsmet İnönü’nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır.
“6. Her sene nemadan mütebaki miktar, yarı yarıya Türk Tarih ve Dil Kurumlarına tahsis edilecektir”
İmza
K. Atatürk
 

İşte Atatürk’ün vasiyetleri bu hususları muhteviydi. Her hususu ince ince düşünmüştü. Nakit para ve hisse senetleri İş Bankası’nda nemalandırılacaktı. Afet Hanım’ın soyadı olmaması nedeniyle, diğer hanımların soyadlarını da vasiyetnameye dahil etmemişti. Sadece Sabiha Hanım’ın ki mevcuttu. O da “Gökçen” kelimesini soyadı olmasından ziyade, pilotluğunu belirten bir sıfat olarak özellikle kullanmıştı. Bu, kadınlara olan güveninin de göstergesi durumundaydı. Cümleler itina ile seçilmişti. İsmet İnönü’nün çocuklarının vasiyetnamede yer alması, daha sonra bu konuda bazı olumsuz yorumlar yapılmasına yol açacaktı. Oysa Atatürk herkesin iyiliğini isteyen, buna çalışan, politikayla kendi özel işlerini titizlikle ayırmayı bilen, arkadaşlıklarına ve dostluklarına içten bağlı olan çok mert ve vefakâr bir insandı. Diğer yandan İnönü o sıralarda safra kesesi iltihabı gibi tehlikeli bir hastalık geçiriyor ve Atatürk bununla yakından ilgileniyordu. Emriyle hergün sıhhî durumu hakkında bilgi alıyor, hatta yurtdışından gelen Prof. Fissenger’ı da tedavisi için Ankara’ya göndermişti. İşte İnönü’nün çocuklarının vasiyetnamede yer almasının nedeni de İsmet Paşa’nın sağlık durumuyla ilgili bu problemlerdi. Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarını hasta yatağında unutmaması ise, Türk Tarihi ve Türkçe’ye verdiği önemin en büyük göstergelerinden olup, bu vasiyet, bugün dahi bu kurumların en önemli gelir kaynağı durumundadır. 
 
Yukarıdaki maddeleri muhtevi olan vasiyetin tamamlanmasıyla önemli bir süreç tamamlanmış oluyordu. Atatürk yazdığı metni bir zarfa koymuş ve başucundaki komodinin çekmecesine bizzat yerleştirmişti. O günkü işlem bu suretle tamamlanmıştı. Emrettiği gün ve saatte yukarıda bahsi geçen noter İsmail (Kunter) Bey davet edilerek, geldi.  Bu gelişmeleri yine Hasan Rıza Bey’in hatıralarından takip etmek, günün tek şâhidine müracaat etmek yerinde olacaktır: Hasan Kunter geldi. “kendisine (Atatürk’e) haber verdim, biraz vakit kazandırmamı istedi. Noteri Prof. Neşet Ömer İrdelp ile beraber yatak odasının altındaki odada bir müddet bekletti. Bu arada bir zabıt tanzim ettik. Kendilerinden haber gelince, üst kata çıkıp, yanına girdik. Yataktan çıkmış, tıraş olmuş, yıkanmış. İpek bir pijama ve yine ipekten koyu kırmızı bir ropdöşambr  giymiş, boynuna vişne renginde bir eşarp bağlamıştı. Deniz tarafındaki pencerelerin önüne koydurduğu şezlongun üzerine oturmuş, sigara içiyordu. Bizi görünce hafifçe kımıldadı. “Buyursunlar” dedi. Tam karşısına koydurduğu sandalyelerde üçümüze de yer gösterdi. Oturduk. Hatırımda kaldığına göre, bir müddet İsmail Kunter’le İstanbul’daki noter mevcudu ve o sene yeni çıkan Noterlik kanunu üzerinde konuştu. Getirilen kahvelerin içilmesini bekledi, sonra önündeki sigara masasının üzerine koyduğu kapalı zarfı aldı, notere hitaben: “Bu benim vasiyetnamemdir, icap ettiği zaman lütfen kanunî muamelesini yaparsınız” diyerek kendisine tevdi etti. Derhal kalkıp, hep beraber odadan çıktık. Çıkarken dikkat ettim; üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi ferahlamış, yüzü pembeleşmişti”. Vasiyetnamenin notere teslimiyle, bu mesele artık gündemden çıkmıştı. Ta ki Atatürk’ün vefatlarına kadar…
 
Büyük Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de ebediyete intikal etmesini müteakiben, Noter İsmail Kunter, vasiyetnameyle ilgili “büyük vasiyeti” yerine getirmek için harekete geçti. Bu “değerli vasiyeti” Ankara’daki 3. Sulh Hukuk Mahkemesi’ne teslim etti. Mahkeme heyeti de bu “vasiyeti” 28 Kasım 1938 tarihinde açmış ve içeriğine vâkıf olmuştur. Ardından vasiyetin sureti yine aynı mahkeme tarafından 10 Aralık 1938 tarihinde; “işbu suret aslı gibidir” ifadesiyle, Atatürk’ün elyazısından daktilo metne dönüştürülerek musaddak hale getirilmiştir. Tasdikli metnin altında üçü bir yerde ve bir tane de tek olmak üzere toplam dört pul ile o günün tasdik usulleri uygulanmıştır. Bugün elde bulunan Atatürk’ün vasiyetinin gerçek hikâyesi bu şekildedir. Atatürk’ün Vasiyatnâmesi ile ilgili evrak, 1989 tarihinden itibaren Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesinde bulunmaktadır.
 
 
Sakarya Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü Öğretim Üyesi      
 
 
 
 
 
Eklenme Tarihi: 02/02/2016
 
 
Yazılarla ilgili tüm hukuki sorumluluk yazıyı yazan kişiye aittir.
 
 
geri dön
Haberler
sayfa başı
Haberler
tüm yazılar
Haberler
yazdır
Haberler
tavsiye et
|
Yazıya Yorum Bırakın
Misafir Avatar
İsim
E-Posta
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.
  eline sağlık hocam  
 
rümeysa, 02/02/2016  
 

  Herkes bu kadar şeffaf olsa hiç problem yaşamayız, yazınız güzel olmuş Hocam  
 
tarih, 02/02/2016  
 

  SON EKLENEN YAZILAR
Trakya Üretsin, İstanbul Yesin! 04/02/2016
Büyük Atatürk’ün Vasiyetnâmesi 02/02/2016
Ünlülerin Sıkça Kullandığı Dukan Diyeti Nedir? 12/12/2015
Vücudunuzdaki Yağlara Veda Edin, Nasıl Mı? 05/12/2015
Hazan Mevsiminde, Yaprakların Dansı 26/11/2015
Cumhuriyet'e Giden Yol III: Türkiye Cumhuriyeti'nin İlânı 24/11/2015
Tarihin Akışını Değiştiren Türk 10/11/2015
Cumhuriyet'e Giden Yol II: Türkiye Cumhuriyeti'nin İlânıyla İlgili Son Gelişmeler 06/11/2015
Artık Gözler Vaatlerde, Neydi Bu Vaatler 03/11/2015
Cumhuriyet'e Giden Yol I: KurtuluŞ Savaşi'nda Cumhuriyet İzleri 01/11/2015
Türk Millî Mücadelesi'nin Başlangıcı ( Mayıs-Haziran 1919 ) 27/10/2015
Bir lokma Salçalı Ekmeği Ne Çok Özledim 24/10/2015
Sabahları Yorgun Mu Uyanıyorsunuz? 21/10/2015
24 Nisan Tarihinin Manâsı Ve Dünyadaki Ermeni Soykırım Anıtları 19/10/2015
XIX. Yüzyılda İngiltere?nin Akdeniz Politikalarına Dair 02/10/2015
Erkekler Neden Aldatır? 20/09/2015
Pkk, Şehirlerde Neyin Peşinde? 14/09/2015
Tatilden Dönenler Mutlaka Okuyun? 02/09/2015
Lozan Antlaşması Sonrasındaki Ermeni Pişmanlıkları 31/08/2015
Çin'deki Ekonomik Tsunami Türkiye'yi De Vurdu 26/08/2015
 
 
tüm yazılar